Nükleer, nasıl bir seçenek?



Boğaziçi Üniversitesi Nükleer Mühendislik Anabilim dalı başkanı Profesör Vural Altın
Edip E. Öymen

       Türkiye'de nükleer santral kurulacak mı? Bu konu, gündeme gitgide oturuyor. Hele hükümet, santral yapımına ilişkin kararını Haziran'da gerçekten açıklarsa, kamuoyu, santrale evet ve hayır diyenlerin karşıt görüşlerinin ortasında kalacak. Konuyu, Boğaziçi Üniversitesi'nde lisans üstü eğitim veren Nükleer Mühendislik Anabilim Dalı'nın başkanı Profesör Vural Altın'la görüştüm. Profesör Altın, 1968 - 1977 arasında ABD'de California Üniversitesi Berkeley kampüsünde lisans ve uzmanlık düzeyinde öğrenim gördükten sonra 20 yıldır Boğaziçi Üniversitesi'nde çalışıyor.

       - Enerji kaynakları sınırlı değil mi? Üstelik enerji elde etmek daha güçleşmiyor mu? Baraj yapılmaya uygun nehirler, elektrik üretmek için yakılacak kömür azalmıyor mu?
       Petrolün 40 yıl sonra tükeneceği, kömürün ise ancak 200 yıllık ömrü kaldığı anlaşılıyor. Güneş, rüzgar ve biyoenerji gibi alternatif enerji kaynakları, dünya enerji ihtiyacına sadece sınırlı kıtkıda bulunabilecek gibi. Bu nedenle yakın gelecekte esas olarak kömüre güveniliyor. Oysa bunun ciddi sakıncaları var. Örneğin doğada bulunan kömür, mutlaka bir miktar kükürt içerir. Kömür yandıkça bu kükürt, kükürt dioksit olarak atmosfere yayılır. Havadaki nemle buluştuğunda sülfirik asit buharı oluşturur ve yağmurla birlikte yeryüzüne iner. Buna asit yağmuru deniliyor. Asit buharlı hava, canlılar tarafından solunduğunda pek çok sağlık sorunu doğurur. Ayrıca kömür yakıldığında gram başına atmosfere yaklaşık 4 gram karbondioksit salınır. Dünyada her yıl milyarlarca ton kömür yakıldığında atmosfere bunun 4 misli ağırlıkta karbondioksit salınıyor. Oysa bu gaz sera gazıdır. Yani güneş ışınlarını perdeleyerek atmosfer sıcaklığının artmasına yol açar.
       - Dünya için "zararlılar arasında az zararlı" sayılabilecek bir seçenek olarak nükleer enerji mi kalıyor?
       Nükleer reaksiyondan, nasıl elektrik elde edildiğini anlatacak kadar süremiz ve yerimiz yok. Ancak şunu söyleyebiliriz: Uranyum, nadir toprak metallerindendir. Yani, dünyada nadir denilecek kadar azdır. Nükleer enerji üretmeye yarayan uranyum stoku, enerj ihtiyacımızı uzun süre karşılayabilecek gibi değil. Yaklaşık 200 yıl kadar... Burada ayrıntısına giremeyeceğimiz bazı yöntemlerle, uranyumun enerji potansiyeli 100 katına ve yeterlilik süresi 200 yıldan 9 bin yıla çıkar. Bu açıdan bakıldığında nükleer enerji, zararlılar arasında en az zararlı ve oldukça ekonomik çözüm gibi görünüyor.
       - Ama nükleer enerji ekonimik görünse bile çok da tehlikeli değil mi?
       1 gram uranyum 2.5 ton kömüre eş değer enerji üretir. Nükleer endüstri bu nedenle bol ve ucuz elektrik enerji vaad etti. Hatta bir süre sonra evlere elektrik sayacı takmaya gerek olmayacağı söylendi. Epey iyimser bir hava yaratıldı. Ancak, nükleer enerji üretilirken, ortaya radyasyon denilen, yüksek dozlarda yaşamı yok eden bir yan ürün çıkar. Kömüre dayalı bir termik santrali kapattığınızda enerji üretimine son verirsiniz. Halbuki bir nükleer santral, kapatılsa dahi normal gücünün yüzde 10'u kadar enerji üretmeye devam eder. Yani radyasyon üretir. Bunun, canlı hücrelerdeki tahribatını artık herkes biliyor.
       - Bunun yanı sıra, reaktörlerin soğutulması da ayrı bir sorun değil mi?
       Reaktörü sürekli soğutmak gerekir. Aksi halde, reaktördeki uranyum yakıt elemanları eriyebilir ve çok yüksek sıcaklıkta bir sıvı kütle oluşturup önüne gelen her şeyi eritebilir. Uranyum ağır bir metal olduğu için kütlenin dibine çöker ve neyle karşılaşırsa eritmeye devam eder. Reaktör binasının beton temelini dahi eritip toprağa ulaşabilir.
       - Radyasyon sızıntısı en büyük korku. Neden bu sızıntı olasılığı hiç giderilemiyor?
       Reaktörleri soğutan suya radyasyon karışması mümkün. Soğutma suyu reaktör içinde dönüp durdukça radyasyon biriktirir. Bunun, dışarı sızmaması gerek. Halbuki her sınai tesiste kaza olasılığı vardır. Nükleer reaktörlerin de ufak tefek kaza sonucu radyasyon sızdırması, çevre sağlık sorunlarına neden olması kaçınılmaz. Nitekim bunun bir çok örneği var. En gelişmiş ülkelerdekiler de dahil olmak üzere yüzlerce santralde bugüne kadar sızıntı oldu. Nükleer endüstri, bu kazaları saklamaya çalıştı. Saklayamadıklarını yalanladı. Çünkü dünya kamuoyu, 1960'lardan itibaren nükleer silahlar karşısında dehşete kapıldıkça, radyasyonun zararları anlaşıldıkça, nükleer santrallere karşı da güvensizlik duymaya başladı. Nükleer endüstri kendisini savunmaya çalışırken, nükleer teknolojiyi sanki kazalardan arınmış gibi gösterdi. Müthiş ısınan reaktörlerin soğutulmasında yaşanacak bir aksaklığın asla olamayacağını iddia etti.
       - Çernobil'den önce, ABD'de Three Mile Island reaktör kazası bu bakımdan ünlü...
       1979'da bu santralde soğutucu kaybı sonucunda reaktörün kalbi dediğimiz enerji üretiminin yapıldığı kısmı eridi. Kazada ölen olmadı, çevreye fazla radyasyon salınmadı. Ama Amerikan kamuoyu, nükleer endüstrinin "olmaz" dediği bir kazayı yaşadı... 1986'da şimdiye kadarki en büyük kazaya tanık olduk. Çernobil'de ünitelerden birinde aynı kaza oldu. Ama kontrol altına alınamadı. Atmosfere radyasyon yayıldı. Türkiye dahil Avrupa üzerinde dolaşan radyasyon bulutu yağmurlarla birlikte yeryüzüne düştü. Besin zincirine ulaştı. Kazadan dolayı 30 kişi öldü. Ama radyasyona maruz kalıp kanser riski artanlar onbinleri buluyor.
       - İyi ama, kaza riski olmayan endüstri var mı? Kömür madenlerinde göçük oluyor, grizu patlıyor.
       Nükleer santrallerdeki kazalar işletme riski kapsamındadır ve nükleer endüstrinin bu açıdan performansı aslında oldukça iyi. Bunca reaktör var, kaza sayısı ise bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar az. Reaktör kazasında ölenlerin sayısı 50 kadar. Elbette çevreye salınan radyasyon zamanla kanser vakalarında artışlara yol açacaktır, buna maruz kalanların ortalama ömrü kısalacaktır. Ancak teknolojik yaşam, ödüllerin yanı sıra bazı riskler de getiriyor. Her nimetin bir külfeti var. Diğer sanayi dallarında olduğu gibi. Örneğin 1974'de Hindistan'da Bhopal eyaletinde Union Carbide şirketine ait bir gübre fabrikasında siyanür kaçağı oldu. 3,400 kişi zehirli buhar soluyarak öldü. Ama kimya endüstrisi bu kaza yüzünden kapanmadı. Kömür madenlerinde her yıl yüzlerce, yalnız Türkiye'de ortalama 60'ın üstünde işçi ölüyor. Hiç kimse kömür madenlerinin kapatılmasını önermiyor. Aynı şekilde trafik kazalarında sadece Türkiye'de yılda 7 bin kişi ölüyor, 60 bin kişi sakat kalıyor. Fakat otomobil kullanımı yasaklanmıyor. Çeşitli iş kollarında kazalardan ölenlerin bir aylık dökümü dahi, muhtemelen şimdiye kadarki tüm nükleer kazalarda ölenlerin sayısından fazla.
       - Ama insanlarda, nükleer endüstriye karşı büyük bir korku var. Bunun başka nedenleri olsa gerek.
       Bunun başlıca nedeni, nükleer santrallerin nükleer silahları çağrıştırması ve radyasyon riskinin görünmez bir tehlike olması. Uzmanlar, durumu kamuoyuna anlatmaya çalışsa da, endüstri, güvenirliğini yitirmiş durumda. Oysa nükleer santralin nükleer silah gibi patlaması mümkün değil. Hatta santraller, bir kaza durumunda aşırı ısınmaya başlayınca kendi kendilerini kapatacak şekilde tasarlanmıştır. Nitekim Three Mile Island ve Çernobil'deki reaktörlerde anormal gelişmeler başlar başlamaz enerji üretimi durmuştu. Buna rağmen, reaktörde üretimin yapıldığı kalbin erimesine, mevcut radyoaktivite stoğunun yol açtığı aşırı ısı sebep olmuştur. Three Mile Island ile aynı kazaya uğramasına rağmen Çernobil'dekinin sonuçlarının ağır olmasına ise bu santralde Batı standartlarınca öngörülen bazı güvenlik sistemlerinin bulunmaması yol açmıştı. Şimdi artık eski Doğu Bloğu ülkelerindeki santraller de uluslararası Nükleer Enerji Ajansı'nın denetimine açılmış ve bu santrallerin batıdaki akranlarındaki gibi güvenlik sistemleriyle donatılmasına başlanmıştır. Ancak, daha güvenli santral, daha fazla yatırım demektir ve bu ekstra kaynağı kimin ödeyeceği bilinmiyor.
       - Halen çözülememiş en muazzam sorun ise radyoaktif atıklar...
       Enerji üreten uranyum, zamanla fakirleşir ve belli bir süreden sonra bu yakıtın değiştirilmesi gerekir. Bu kullanılmış yakıtlar kimyasal yöntemlerle parçalanır, içindeki işe yarar bileşenler alınır. Geride kalan kimyasal çözeltide ise yüksek düzeyde radyasyonlu işe yaramayan birimler kalır. İşte bu radyoaktif sıvı atıkların çevreye zarar vermeden nasıl saklanacağı önemli bir sorun. Radyoaktif bir çekirdeğin aktivitesinin yarıya inmesi için gereken süreye yarı ömür denilir. Ve atıklar arasındaki Stronsiyum 90 ve Sezyum 137 gibi çekirdeklerin yarı ömrü 28 ve 30 yıl. Plütonyumun ise 24 bin yıl. Öte yandan, radyoaktif bir maddenin 10 yarı ömürden sonra aktivitesinin pratik olarak sona erdiği söylenir. Bu durumda örneğin plütonyum stoğunun radyasyon aktivitesini neredeyse yitirmesi için geçmesi gereken süre 240 bin yıl olarak hesaplanıyor. Bu denli uzun bir süre, insan ufkunu aşar. Güvenli saklanabilmeleri için, çok daha yavaş değişen jeolojik oluşumlara yönelmek gerekir. Bu nedenle tüm radyoaktif atıkların camın içinde eritilerek, depremden etkilenmeyen tuz madenlerinde saklanması öneriliyor. Çünkü radyoaktif atıklar sorunu bizlere, gelecek kuşaklara karşı sorumluluk yükleyen ciddi bir sorun. Oysa nükleer santrallerin işletme sorunları ön planda tutuluyor... Eğer nükleer enerjinin bütün bu ve sözünü etmeye fırsat bulamadığımız sorunlarına çözüm getirirsek insanlığın enerji sorunu yüzlerce yıl çözülebilir. Füzyon denilen, neredeyse güneş sıcaklığında yer alan ancak henüz ticari olarak kullanılamayan nükleer üretim türü eğer bir gün devreye girerse, işte esas o zaman insanlığın enerji sorunu neredeyse ebediyyen çözülmüş olacak.
Türkiye, nükleer enerjisiz yapabilir mi?
       Türkiye'de kişi başına elektrik tüketimi halen yılda 930 kilovat saattir. Dünya ortalaması 2000 kilowat saat. Türkiye, 2010 yılında elektrik enerjisi üretiminin neredeyse sadece sembolik bir kısmını nükleer enerjiye dayandırmak, böylece bu teknoloji ile tanışmak zorunda görünüyor. ABD halen 109 nükleer santralle toplam elektrik enerjisi üretiminin % 21.2'sini, Fransa 57 santralle % 77.7'sini, Japonya 48 santralle % 30.9'unu, İngiltere 35 santralle % 26.3'ünü, Kanada 22 santralle % 17.3'ünü, Almanya 21 santralle % 28.7'sini, İsveç 12 santralle % 42'sini, İspanya 9 santralle % 36'sını, Belçika 7 santralle % 58.9'unu, İsviçre 5 santralle % 37.9'unu, Finlandiya 4 santralle % 32.4'ünü sağlıyor. Bir yandan bu ülkelerin dünyanın en gelişmiş ülkeleri oldukları, diğer yandan Türkiye için halen bu rakamların sıfır santral ve yüzde 0 olduğu göz önünde tutulursa, akla, ülkemizin ekonomik gelişme yönündeki tercihinde samimi olup olmadığı sorusu gelmektedir.
       Türkiye, 1993 yılında % 41.5'u hidroelektrik, % 33.6'sı taşkömürü ve linyit, % 16.7'si doğal gaz, % 0.8'i petrolden olmak üzere toplam 71.7 terawatsaat elektrik enerjisi üretti. Türkiye Elektrik Anonim Şirketi (TEAŞ) elektrik enerjisi tüketiminin önümüzdeki yıllarda % 7'lik bir ekonomik büyüme hızıyla, 2000'lerin başlarında 70 milyonluk bir nüfus içn 130 terawatsaat, 2010'da ise 83 milyonluk bir nüfus için 270 terawatsaate ulaşacağını hesaplıyor. Türkiye'nin hidroelektrik kaynağının 122, linyitin ise 105 terawatsaatlik ekonomik kapasitesi var. Halen % 25'i kullanılan hidroelektrik potansiyelin, 2010 yılında % 65'inin devreye sokulması planlanıyor. Halen 300 irili ufaklı hidroelektrik projesi planlama aşamasında. Linyit kullanımının da artması bekleniyor. TEAŞ, elektrik üretim kapasitesini 2010'a kadar 33 linyit ve kömür, 14 doğal gaz, 34 hidroelektrik ve 1 veya 2 nükleer santralle arttırmayı planlıyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder