Diğer

 

 Prof.Vural Altın ve Nükleer Enerji

Yüksel Atakan, Y.Müh.Dr.-ybatakan@gmail.com
2 Mart 2012 günü ne yazık ki bir kalp krizi sonucu çok erken yitirdiğimiz, Türkiye’nin önde gelen nükleer mühendislerinden, değerli dostum Prof.Dr.Vural Altın’la NTV Bilim dergisi eski yöneticisi Sayın Mustafa Alp Dağıstanlı’nın Nisan 2011’de yaptığı uzun bir söyleşiyi, yer darlığından biraz kısaltarak Sayın Dağıstanlı’nın izniyle aşağıya aktarıyoruz. Böylelike çok tartışılan nükleer enerji konusunda Prof.V. Altın’ın görüşlerini Bilimania okurlarına yansıtırken, anısını da tazelemiş olacağız.

Nükleer santral için aykırı bir söyleşi ya da nükleer enerjinin mumu..


Mustafa Alp Dağıstanlı nükleer enerjiyi Prof. Dr. Vural Altın ile konuştu.
Mustafa Alp Dağıstanlı
Fukuşima nükleer santralindeki kaza, pek çok kimse ve hükümet için nükleer enerjinin itibarını sarstı. Nükleer enerji kararı, sadece nükleer fizikçilere ve siyasilere bırakılamayacak kadar önemli. Türkiye, nükleer santral kurma kararında en ısrarlı ülkelerden biri. Ama toplum olarak ciddi bilgi eksikliği içindeyiz. Enerji ihtiyacını önemseyen, nükleer enerjinin bu ihtiyacı giderecek önemli anahtarlardan biri olduğunu düşünen, açık yüreklilikle her şeyi tartışabileceğini bildiğim nükleer mühendis Prof. Dr. Vural Altın’la konuştuk meseleyi.
Vural Hoca’nın karşısına çıkardığım itiraz noktalarını, kendisinin de saygın bulduğu kaynaklardan derledim. En önemlileri şunlardı: Scientific American, Nature, Bulletin of Atomic Scientists, Union of Concerned Scientists, Physicians for Social Responsibility, ABD Çevre Koruma Ajansı. Vural Hoca’nın da “şakaya gelmez” dediği nükleer enerjiye muhtaç olup olmadığımıza okurun karar vermesini kolaylaştırdığımızı umuyoruz.
Türkiye nükleer santrala hazırlıklı mı?
Mustafa Alp Dağıstanlı (MAD): Enerji Bakanı Taner Yıldız’ın (Murat Yetkin, Radikal), nükleer santraller kurmak isteyen Türkiye’nin bir kaza halinde yapılacaklarla ilgili bir yönetmeliği olmadığını söylemesi kaygı verici. Fukuşima kazasından sonra bu işe girişmişler. Demek ki, başka hazırlıklarımız da yok. Mesela bir sızıntı halinde tıbbi müdahale de gerekiyor. Acaba bu müdahaleyi yapabilecek durumda mıyız, yeterli bilgi donanımına sahip miyiz? Böyle bir tecrübemiz yok en azından. Çernobil kazası sırasında müdahale etmiş tıp ekibinin Amerikalı ve Rus başkanları, bu konunun önemli olduğunu ve özellikle Amerika’nın böyle bir kapasiteye sahip olduğunu söylüyor. Demek ki bu kapasiteye sahip olmak önemli. Ama muhtemelen başka hazırlıklar da gerekiyor. Sizce Türkiye ne kadar hazır? Ya da bu kısa zamanda halledilebilecek bir sorun mu?
Vural Altın (VA): Nükleer enerji hiç şakaya gelmez. Kömür öncesi, yani sanayi devrimi öncesi enerji kaynakları rüzgâr, güneş, hidro… Bunlar seyreltik enerjiler. Tehdit küçük, mükâfat sınırlı. Sanayi devrimi kömür üzerine kuruldu. 1 kg kömürde 30 milyon,  petrolde 45 milyon Joule enerji var. Onu savaşmaya değer kılan bu. II. Dünya Savaşı’ndan sonra bir de uranyum çıktı. Doğal uranyumun kilogramında, sadece 235’i kullanırsanız, 760 milyar Joule var. 1 g uranyum 2,5 ton kömüre eşdeğer. 1000 megawatt’lık santrali 10 m3’e sığdırıyorsunuz. Böyle yoğun üretim süreçlerinin tahribat potansiyeli yüksek. Karbon atomu yanınca 4, uranyum çekirdeği parçalanınca 200 milyon birim (eV) enerji açığa çıkıyor. Süreci daha iyi yönetmek, sıradışı durumlar için daha sıkı güvenlik sistemleri almak lazım. Yüzde 100 önlemek diye bir şey de yok. Olasılığı kabul edilebilir düzeye indirirsiniz. Bunu kabul edecek olan, toplum. Riskleri, mükâfatları tartar ve “Tamam, ben bu yolda varım veya yokum” der. İkincisi, kaza durumunda müdahalenin öncesi, sonrası var. Bu iki açıdan Türkiye’nin durumunu ayrıntılı bilmiyorum ama yeterince hazırlıklı olduğu kanaatinde değilim.
MAD: Bir de, hem yapım süresi, hem de maliyet planlananı aşıyor neredeyse kural olarak...
VA: Ama bizimkinin niteliği şöyle farklı Mustafa Bey. Türkiye “reaktörü sen kur, işlet, elektriğinden bu kadarını 15 yıl süreyle şu fiyattan alacağım” diyor. Yani finansman riski yapımcı firmanın sorunu oluyor. Bunun illa da bir avantaj olduğunu söylemek istemiyorum. Bu adam o kadar sıkıntıyı yaşarsa, senin güvenliğine senin arzu ettiğin, talep ettiğin düzeyde yanıt vermeyebilir, vermek zorunda da değil. Eğer firmaya “Akdeniz’de 30 metre tsunami olabilir, buna karşı önlem ilave et tasarımına” dersen, bunu haklı olarak yapmaz.
MAD: Oradaki tek sakıncanız şu son söylediğiniz şey mi, yoksa mesela santral tipi veya Ruslar’daki teknoloji bakımından endişeniz var mı?
VA: Yok. O da yaygın bilinmeyen bir husus. Sovyet deneyiminin en büyük kazanımı teknoloji ve bilim derinliğidir, eğitim. Sovyetler’in de her sınıftan, her kaliteden teknolojik ürün ortaya koyma yeteneği var şimdi Rusya’nın; bunca erozyona uğramış olmasına rağmen hâlâ. Dolayısıyla neye zorlarsanız onu üretir, kendi halkı için Çernobil yapar, satmak için tutar birinci sınıf reaktör. Mesela Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı, Rusların Çin’de yaptığı bir  reaktörü dünyanın en güvenli reaktörü ilan etti.
MAD: Peki Türkiye neye zorladı, o belli mi?
VA: Benim kesin kanaatime göre, ilk yapılacak şey, nükleer güvenlik kurulunun oluşturulması. İki seneye yaklaşıyor, Meclis’te bu yasa. Türkiye Atom Enerjisi Kurumu hem Türkiye’de nükleer araştırmaları teşvik eden bir kuruluş, hem nükleer enerjinin, (tırnak içinde) önünü açmaya çalışan, yani bu santral projelerinin gerçekleşmesi için didinip duran bir kuruluş, hem de bu süreci denetleyen bir kuruluş. Yani denetleyiciyle yapımcı aynı kefede gibi, bu dünyanın hiçbir yerinde yok, güven de telkin etmez. 10-12 kişilik bilge adam kurulu, nükleer güvenlik konusunda oluşturacaksınız, bu adamların zaten birbirinin dilini anlaması, huyunu suyunu öğrenmesi, aynı şeyleri konuşuyor olması için birkaç yıl geçecek. Fin otoritesi, dünyanın en önde gelen nükleer mühendislerinden birini getirdi kurulun başında. Çok abartılı karmaşık bir sistem; sistem karmaşıksa denetimi de öyle. Şimdi bu projeyi yapmak için bir kurumla anlaştınız, hemen zamana karşı bir yarış başlatmak lazım, yetkin bir kurul tarafından, yetkin ekipler tarafından. Bu ekipler, santralın bütün tasarım özelliklerini parmak ucuna indirecek, ezbere bilecek. Projeyi etkin bir şekilde, süratli ve isabetli denetleyecek; ilkini belki uzaktan, ama sonrakileri yakından. Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın üyesiyiz mesela, ücretsiz hizmet sunuyor; varlık nedeni o. Ama hizmet almıyoruz bildiğim kadarıyla.
Yani her konuda ekiplerinizi bileylemeniz lazım. Oraya kazma vurulurken burada herkes başlatılan projeyi iliklerine kadar ezberiyle tanıyacak. Çünkü bir kaza durumu, bir jet uçağı yönetmek gibi, burada olaylar çok hızlı seyrediyor. Bizim tanışık olmadığımız zaman süreleri. Bir çekirdeğin parçalanması 10 -12 saniye alıyor. Gücün kendini katlaması, yani bir wat gücün iki wat olması mili saniyeler alıyor, saniyenin binde biri, bu insanın algılayabileceği bir süre değil. Ama burada, “Böyle bir kurul da projeye engel olmaz mı?” diyenler bile var.
İlla her teknoloji dalında Türkiye’nin iddialı olması gerekmiyor. Ama bu üretim sürecinin riski benim halkımı ilgilendiriyor, bununla en iyi ben ilgilenirim. Yani en duyarlı olacak olan kurum TC’dir. Medvedev’in ne kadar umurunda olabilir; senin tehdit algılarına göre biçimlendirmeyebilir o projeyi. Çünkü her güvenlik önleminin bir maliyeti var, niye girsin ki altına.
MAD: Kesinlikle hazır olmadığımızı anlıyorum, kervan yolda dizilir mantığı...
VA: Benim görebildiğim tek hazırlık, bu süreci yönetebilmek için, yani anlaşmaydı, ihaleydi, nerede ne yapılabilir, adı ihale de değil, bu satın almadır biliyorsunuz, o süreci şekillendiren günübirlik bir yarış var. TAEK yoğun çalışıyor, çok iyi niyetli, çok çalışkan arkadaşlar var orada. Fakat asıl furya kazma vurulduktan sonra başlayacak.
MAD: Benim gibi bu ülkenin nükleerize edilmesinden korkan çok sayıda insan var ve işe giriş tarzımız da bu endişeyi arttırıyor. Çünkü ne kadar tedbir alınırsa alınsın, nükleer endüstrinin iddia ettiğinden daha fazla kaza/arıza riski var, baktığım kaynakların söylediğine göre. Mesela, 1979’daki Three Mile Island kazasından bu yana ABD’de arıza yüzünden 46 kere nükleer santral kapatılmış; bir yıl süreyle. Bir başka araştırma da 115 kere bir sızıntının eşiğinden dönüldüğünü söylüyor.
VA: Bir örnek de Kashiwazaki-Kariva santralı. 2007 Chuetsu depreminden sonra Japonlar bu santralı kapattılar. 21 ay süreyle. Santralın yakınından bir fay hattının daha geçtiğini fark ettiler. Buradaki 7 reaktör, senede 60 milyar kW-s elektrik üretiyordu. Tehdit ciddi olmasa kısa sürede tesisi devreye sokarlardı. Onun için bu maliyeti sineye çektiler. Her teknoloji, toplumu yeniden yoğurur. Biraz zaman alır bu. Hazırlıklıysanız da olumludur, yani güvenlik kültürünü Türkiye’nin yerleştirmesine vesile olur
MAD: Tamam ama…
VA: Ayrı, var tabii, hesaba katılamamış olan şey var. Ama Türkiye eğer ileri teknolojik bir toplum olacaksa, her gördüğü teknoloji riskinde tabanları yağlayıp kaçarak olamaz.
MAD: Durum pek öyle bu cümlenizdeki gibi değil ama. Hesaba katılmayan hep bir şeyler oluyor. Dünyada şu anda 430 nükleer santral var ve bunların 100’ü sismik aktivitenin çok yoğun olduğu bölgelerde. Ha, ona göre yapıyoruz, denebilir. Ama Fukuşima gösterdi ki, ona göre yapılmamış. İhmal edilmiş, gözden kaçırılmış şeyler var ve deprem ve tsunami büyüklüğü de azımsanarak proje yapılmış. Tedbir, en büyük tehlike hesaba katılarak alınırsa tedbirdir. Yapımı planlanmış da en az 300 kadar nükleer santral var ve bunların büyük kısmı yine büyük deprem üretebilecek bölgelerde. Türkiye de buna dahil.
Nükleer enerji seçeneği ne kadar doğru?
MAD: Türkiye nükleer santral kurma kararı aldı, ama dünyada kıran kırana bir tartışma sürüyor. Çernobil felaketi hâlâ canlı hafızalarımızdayken, daha yeni başka bir ciddi kaza yaşandı Japonya’da. Bu da tartışmaları azdırdı haklı olarak...
VA: Evet tabii, ama Çernobil faciasıyla ilgili duruma bir bakalım. Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu’nun Dünya Sağlık Örgütü ile beraber yaptığı bir çalışma var. O raporun verileri ortak bilgi haline geldi. Yani çok fazla yadsınmadığını kullanımından görüyorum. Mesela çevreci gruplar da o raporun sayılarını kullanıyor. Çalışma, yanlış hatırlamıyorsam, 180 kadar bağımsız bilimcinin de katkısıyla yapıldı. Raporun sonuçları şu: 56 insan, daha doğrusu 49’u kazaya müdahale etmiş olan insanlardan öldü ki, 600 bin kadar kişi kadar görev almıştı müdahalede. Daha sonra da 9 çocuk lösemi geliştirip öldü, aldıkları iyot dozundan dolayı. O da Sovyet yönetiminin müdahalenin gecikmiş olmasından kaynaklanıyor
MAD: Hocam bir dakika... Demin de geçti aynı tema. Amerikan Ulusal Bilimler Akademisi şunu diyor: “Güvenli radyasyon maruziyeti seviyesi diye bir şey yoktur.” Sosyal Sorumluluk Sahibi Hekimler de şunu ekliyor: “Onyıllardır yapılan araştırmalar açıkça gösteriyor ki, herhangi bir doz radyasyon insanın kansere yakalanma riskini arttırır.” Zaten medyadaki “güvenli” doz ifadesinin yanlış bilgi vermesinden yakınıyorlar.
VA: Aynı şeyi söylüyoruz; bizim meslekte “Radyasyonun şu kadarı zarar vermez, bundan ötesi zarar verir” diye bir şey yok. Güvenlik varsayımı şu: “Radyasyonun her miktarı zararlıdır.” Dozu ufak da alsanız, yüksek de alsanız kansere yol açabilir. Bunun ‘güvenlik eşiği’ yok. Ama bu varsayımın yol açtığı öyle garip durumlar var ki... Mesela 1997’de ABD’de 70 milyon CT çekildi. Bir CT 1,5-15 milisievert doz veriyor. Çarpın 70 milyonla, 100 milyon milisievert... 5 bin sievert öldürür. 100 bin sievert 20 bin kişiyi öldürür. Amerikan Kanser Derneği 97’de çekilen  CT’ler sonucunda 20 bin kişinin kanserden öleceğini söylüyor. Profesyonel bir örgüt. Azımsayabilir misiniz? Ama bazı bilim adamları da toplumsal doz söz konusu olunca “eşik yok’ varsayımı geçersiz” diyor, “‘kollektif doz’la böyle hesap yapamazsınız...”, “20 bin insanı öldürecek kadar dozu 70 milyon insana yayarsanız, hiç kimse ölmeyebilir.”  Yani, 20 bin TL’lik bir çekiliş yapıp, 70 milyon insana bilet satıyorsunuz; hiç kimseye ikramiye çıkmayabilir. “1 TL’nin altında ödeme yok” derseniz mesela... Kaldı ki; diyelim 20 bin belki ölüyor, ama erken teşhis ve tedaviyle 30 bin kurtuluyor. Kalan sağlar bizim. 10 bin kârdayız. Bu hesaplar böyle yapılıyor, sevin ya da sevmeyin; buz gibi rakamların soğuk ışığında. Akılcı olan bu.
MAD: Peki, demin de tomografi örneği vermiştiniz... Benim itirazım şu: Tomografi çektiren adamın bir derdi var, yani bir hastalık...
VA: Yarar oradan kaynaklı zaten.
MAD: Tamam da, o adam hasta olduğu için ve bir tedavi imkânı doğar diye zaten işte o kadar birime razı, onu göze alıyor. Ama diyelim ki Fukuşima’daki ya da başka bir yerde, işte Çernobil’deki insanların böyle bir derdi yok ki. Yani maruz kalmayı göze almalarını gerektirecek bir sebepleri yok. Ama bu insanları maruz bırakmış oluyoruz  radyasyona, ikisi arasında önemli bir fark var yani.
VA: Haklısınız. Ama ülkenin enerji geleceği, enerji ihtiyaçları için kararlar alınıyor... Türkiye enerji kaynakları itibariyle fakir. Enerjinin yüzde 70’ini ithal ediyor, 50 milyar dolar ödüyoruz, cari açığın en büyük kalemi bu. İç borçlar kontrol altında, ama dış ticaret açığı esniyor. Mesela Japonya 55 nükleer santral kurmuş. Bu riskleri bilmiyor mu? Öyle bir resim çiziliyor şimdi, “Şeytanın aklından geçmeyen oldu” deniyor. Bu doğru değil. Bu tür sistemleri kuranlar risk analizi yapıyor. Zaten orada Japon ekibin yaptığı, böyle bir kaza halinde acil durumlar el kitabını açıp madde madde izlemek. Orada sistem çalışıyor, insanlar çalışmıyor. Kahraman yok, reçete var. Kafamızı kuma gömmeyelim. Enerjinin yokluğu daha büyük felaket. Japonya’da travmanın uzamasının nedeni bu. Gıda yok mu Japonya’da? Var ama, ulaştıramıyor. Çünkü trenleri çalışmıyor. En dramatik örnek, santral. Niye kendini kontrol altına alamıyor? Sağlığı için gereken enerjiyi bulamadığından...   Enerjinin yaşam içindeki yerini görmüyoruz. Onun yokluğu daha ciddi felaket. Enerji çağdaş toplumun tutkalı. Bu olmazsa toplum dağılır. Farelerin yarışı başlar. Riski dersen... Nükleer enerji, en ciddi riskleri barındırır. Çünkü yoğun. İyi yönetirsen büyük yarar. Yoksa felaket.
MAD: Riskli olduğu zaten malum. Bunun tartışmasını yapmıyoruz zaten. Hemen ulaşılabilecek bir örnek vereyim: ABD Çevre Koruma Ajansı’nın tanımı yeter bence. Bir kamu kurumundan bahsediyoruz, marjinal muhalif bir gruptan değil...
VA: Nükleer santralara lisans veren kuruluş.
MAD: Evet. Basitçe sıralıyor nükleer enerjinin yol açacağı zararları... (Bakınız söyleşinin sonundaki kutu)
VA: Yeri geldiği için söyleyeyim. Bu yaklaşımların içinde bence felsefe arızası şu: Doğa orada masum bir güzel, sedire uzanmış, insan bunun dışında bir canavar, işte kötü niyetlerle orasını burasını kurcalıyor. Böyle değil resim. İnsan da doğanın parçası; etkileriyle, faaliyetleriyle, aklıyla, çılgınlığıyla, deliliğiyle biz de doğanın parçasıyız. İnsanı doğanın dışında, üstündeymiş gibi düşünmek ... bu bize tek tanrılı dinlerin öğrettiği bir şey ve kanımca yanlış.
MAD: Evet, insan da doğanın parçası ama insanın, parçası olduğu doğayla ilişkisinde bir problem var zaten. Onu da ayrıca konuşabiliriz...
VA: Problem yaratma gücü var. Aslında her canlının var.
MAD: Belki, ama insan o gücünü kıyasıya kullanıyor.
VA: Bunlardan da öğreniyor ama, çevre bilimi diye bir şey var mıydı 30 sene önce. Yani aklını aklıyla frenlemeyi biliyor, öğreniyor. Daha doğrusu öğrenmek zorunda.
MAD: Tamam da, mesele biraz da burada zaten. İnsan doğanın herhangi bir parçası değil.
VA: Değil, ayak izi çok büyük.
MAD: Büyük olmasını sağlayan şey aklı!? İşte o ayak izinin nasıl bir ayak izi olacağı konusunda bilinçli bir tercih yapabiliriz. Bir sürü yanlış tercihle geldik ve gidiyoruz... İnsan da doğanın parçası, doğada da zaten radyasyon var, biz de parçası olduğumuza göre, yaptığımız her şey yine doğal. Dolayısıyla biraz da biz radyasyon katalım... Siz bunu demiyorsunuz ama okuduklarıma bakınca, böyle bir yere doğru gidiyor. Doğada varsa zaten yeteri kadar alıyorum, fazlasını bana verme.
VA: Güzel bir soru sordunuz. Yani şimdi altını çizerek tekrarlamam gereken, nükleer enerji üretim süreci ciddi bir meseledir, şakaya gelmez. Yani ciddiye alırsanız da çok şey öğrenirsiniz, toplumu da başka tür tehditlere karşı daha iyi örgütleyebilirsiniz bu sayede. Başlangıçtaki sorunuza daha sonra dönmek kaydıyla... Fakat mesela Hiroşima-Nagazaki felaketinden sağ çıkmış olan 90 bin kişi var. Bunlar izlenmiş. 40 bini öldü şimdiye kadar. Bu 40 binden kaçı radyasyon dozu nedeniyle öldü biliyor musunuz? 690. Felaketin en büyük boyutu psikolojik.
MAD: Hocam bir dakika. Hiroşima’ya bomba atıldığı zaman ilk anda 70-80 bin kişi öldü, Nagazaki’de ise 40-50 bin kişi anında öldü.
VA: Birkaç ay içinde 100 bin, doğru.
MAD: Evet, sonraki dört ay içinde ölenlerle beraber neredeyse 250 bini buldu. Yani radyasyona fazla maruz kalanlar zaten sonraki birkaç ay içinde öldü. 690 Hibakuşa’nın (atom bombalarından kurtulanlar böyle adlandırılıyor) radrasyondan ölmüş olması, olayın psikolojik olduğunu göstermesi bakımından hiç de anlamlı değil. Ayrıca, radyasyon maruziyeti yüzünden birkaç kuşak devam eden anomaliler, sakatlıklar olduğunun tartışılır bir tarafı yok. Kesin.
VA: Ben sağ kalanlardan bahsediyordum, bombalamada ölenlerden değil. Ben, ikide bir gidip şehirlere atom bombası atalım demiyorum.
MAD: Şüphesiz.
VA: Ama şimdi bakın, reaktör alanı civarında, 20 kilometrelik alan boşaldı, değil mi? Biz neden bahsediyoruz? Nagazaki. Çapı nedir kentin? Olsun 10 kilometre, değil mi? 10 kilometrelik alan içinde sağ kalmış olan 80 bin kişiden bahsediyoruz, 690’ı radyasyon dozu nedeniyle öldü. Ki burada açık alanda bir bomba patlatılıyor, hem de yerden yüksekte ki  doz etkisi maksimum olsun. Fukuşima’da radyasyon salınmadı değil, tabiî ki salındı, zaten bir nükleer reaktörde çubuklarda gaz basıncı artınca kontrollü salımlar yapılır. Burada kontrol edilemediği için o salımın düzeyi yüksek oldu. Tabii sebzelere bulaştı, şu bu. Bombanın etkisi çok daha yüksek tabii. Ama yine de, onun etki alanından daha geniş bir bölge boşaltıldı, ta baştan...
MAD: Fransız EDF ve Alman E.ON firmasının başkanları, Britanya hükümetini tehdit ediyor: Hükümet, yenilenebilir enerji kaynaklarının payını yüzde 35’e yükseltme hedefini geri çekmezse yeni nesil nükleer santral yapmaktan vazgeçeriz. (Green lobby and nuclear groups clash over role of renewable energy, Guardian, 16 Mart 2009)
VA: Şimdi nedenini söyleyeyim. Üretim kuruluşları hükümeti izliyor, yönetimle diyalog halinde. Orada söyledikleri şu: böyle bir politikayı oluşturdunuz, gündeme getirdiniz, fakat dikkatinizi çekmek istediğimiz bir husus var, yenilenebilir enerjiye bu teşvikler çerçevesinde analizleriniz nükleerden uzaklaşıyor, yenilenebilire kayıyor, haberiniz olsun. Sanayi ve ticaret hayatı zaten böyle seyrediyor, kamuoyunun da bu tartışmalara aktif katılımı lazım, bilmesi lazım, uyanık olması lazım.
MAD: Kamuoyunun bilmesi gereken başka bir şey daha var. Birçok kaynakta gördüm fakat yine Gorbaçov’un yazısından aktarayım: 1947 ile 1999 arasında ABD hükümetlerinin nükleer enerjiye sağladığı doğrudan sübvansiyonun tutarı 115 milyar dolar. Ayrıca dolaylı sübvansiyon da var ki, onun da tutarı 145 milyar dolar. Buna karşılık rüzgar ve güneş enerjisine ayırdığı sübvansiyon sadece 5,5 milyar dolar.  Yani bu şirketlerin işleri vatandaşın vergileriyle karşılanıyor büyük oranda. Bir kaza durumunda her tür hasarı ve zararı kimin karşılayacağı da belli değil. O da büyük oranda kamunun sırtına yükleniyor. On yıl sürecek bir yapım süreci, güvenlik kaygıları dolayısıyla artan maliyetler ... Şirketler bu yükleri kendileri sırtalanamıyor ve bizim sırtımıza atıveriyorlar.
VA: ABD’de 104 santral var. Çoğu 1970-80 arasında kuruldu. 60’larda yoğun bir süreç yaşandı. Atom Enerjisi Kurumu Başkanı “Evlere saat takmayacağız” dedi, “Bedava elektrik dağıtacağız.” Kazın ayağı öyle çıkmadı. Three Mile Island kazasında burnu kanayan kimse yok. Fakat 2,5 milyar dolar hasar var. Reaktör beton tabuta dönüştü. İnşa edilen bir sürü santral için EPA “Bu tasarımı şöyle değiştireceksiniz, şu güvenlik sistemini ilave edeceksiniz...” dedi. Adamlar 30-40 milyon dolarla yola çıkmış, borç alıp 100 milyona tamamlamış, onu nasıl ödeyeceğini düşünüyor. İflas eden oldu aralarında. İnşaatın süresi iki misline çıktı proje revizyonu nedeniyle. Maliyetler tırmandı. ABD’ de o sıra 100 küsur milyar dolar teşvik yaptı. Ama bunu misliyle geri aldı. Yeni üretimler çıktı, en basit örneği teflon. Nükleer kapsamlı bir teknoloji, bilgiyi derinleştirir, yan dalları da zorlar. Kaldı ki, o zamanki teşvikle şimdiki teşviğin niteliği farklı. Bir kere, bilgiyi bedava verdi. Bugün proje maliyeti 5-6 milyar dolara varıyorsa buna kredi garantisi, faiz kolaylığı, vergi indirimi, satın alma garantisi -Türkiye’nin yapmaya çalıştığı gibi-  cazibe unsuru katmazsanız pazara taşıyamazsınız. Devlet kendi yapmak zorunda kalır. Maliyet yüksek olur. Beni ilgilendiren asıl husus, bunun finansal felakete dönüşmesi olasılığı.
MAD: Hani o zaman ekonomik mantık, pazar ekonomisi? Özel sektörü vatandaş sırtında taşıyor...
VA: Yapılması zorunlu, Akkuyu’da 20 milyar dolar... Bunu kim finanse edecek? İşte, bankalaştırılabilirliği diyorlar, zaten zayıf olan bir olay. Neden ama? Yani sizle benim biraraya gelip kurabileceğimiz bir şey değil, konsorsiyum lazım buna. Konsorsiyuma da, öyle garantör statüsünde duran, yani kısmi garantör statüsünde duran kalıcı bir kurum lazım. Mesela TETAŞ’a bile güvenmiyorlar. TETAŞ bugün var yarın yok. Hakikaten TETAŞ’lar geliyor gidiyor. Ama Türkiye Cumhuriyeti gelip gitmiyor, TC’nin devreye girmesi gerekiyor. Batıda da böyle, çok büyük projeler kamu projesi oluyor. Mesela TC, ben hiç sermaye koymayacağım, dedi, ama satın almaya 15 yıl garanti veririm, size yer veririm, şunu sağlarım, bunu sağlarım... Öyle cazip kılmaya çalışıyorlar. Bunun dışında fazla bir şey yok. Ekonomik mantığa oturmuyor diyorsun, ama bu meseleyi sadece makul fiyatla enerji ihtiyacını giderme projesi olarak değerlendirmek lazım. Yirmi milyar doları, her babayiğit bulamaz, bulsa da getirip 20 milyar dolarını oraya yatırmaz. Bu projeyi 4 senede bitirirseniz zengin oluyorsunuz, darphane gibi. Hem devletin katkısını ödüyorsunuz, hem de takır takır 40 senelik ömrü boyunca çok kârlı bir proje oluyor diyelim. Dört sene yedi sene olursa, sıfıra sıfır elde var sıfır. 10 sene olursa topu dikiyorsunuz, hiçkimse ayağa kaldıramıyor.
MAD: O zaman biz sırtımızda taşıyalım! Ayrıca, gördüğüm kadarıyla, proje süresinin planlananın üzerine çıkması tarihte kalmış bir şey değil. Hâlâ böyle bir sorun var. Finlandiya yeni nesil bir santral kuruyor; proje 3 sene gecikmiş, öngörülen maliyeti de 2 milyar dolar aşmış.
VA: Hiç sorun değil Finlandiya için, anahtar teslimi vermiş. Areva 700 milyon euro zarar yazdı, yani ekstra maliyet yazdı, bir kısmını istiyor Finlandiya’dan. Finlandiya da anlaşmamız böyleydi diyor. Yapabileceği bir şey yok.
MAD: Bu da bir sorun zaten. Evdeki hesap çarşıya pek uymuyor. Süre uzuyor, maliyet yükseliyor... Bu sektörün tarihi bunlarla dolu. Buradan başka bir yere geçmek istiyorum. Nükleer enerjinin tekrar revaç bulması, küresel ısınma tehdidinin dehşeti sayesinde oldu. Ama nükleer endüstriyle içli dışlı olmamış bilimcilerin yayınları, iddia edildiğinin aksine bu teknolojinin iklim değişikliğinin sihirli iksiri olmadığını söylüyor. Nükleer santrallerin bütün hayat döngüsüne bakıldığında –uranyumun çıkarılması ve işlenmesinden başlayarak—yenilenebilir kaynaklardan daha fazla karbon dioksit saldığını görüyoruz. Tabii, kömür ve doğalgaza göre iyi.
VA: Yok; bu, nükleer enerjinin ciddi sorunu değil. Santralı kurarken kullandığınız şeyleri eğer kömürle üretmişseniz; ki bu, ülkenin enerji kullanım kompozisyonuna bağlı bir şey; tabii oradan bir dolaylı fatura çıkıyor. Ama santral kendi çalışırken değil. Şimdi burada bir hipokrasi de o. Bütün üretim unsurlarını sadece nükleer santraları değil, süte de, hatta karbondioksit yakalama aygıtlarına da, karbondioksit emisyonu yansıyor mecburen. Fin örneğini gayet iyi hatırlıyorum, en temiz onlarınki. Ama neden temiz biliyor musunuz? Finlandiya’nın enerji üretiminde zaten fosil yakıtların rolü düşük.
MAD: Şimdi Amerika enerjisinin yüzde 20’sini aşağı yukarı nükleerden karşılıyor. O da 806 milyar kilovatsaat ediyor- 2007 verisi. Şimdi bu oranı yani bütün enerji üretimi içinde nükleerin yüzde 20’lik payını korumak için önümüzdeki birkaç sene içinde en az 35 yeni santral yapmak gerekiyor ve bu da bu kadar süre içinde imkansız deniyor.
VA:İmkansız,evet.
MAD: Şimdi, problemimiz neydi...
VA: Sık söylenen şey şu, yahu işte kurulması 10 sene alıyor, 10 sene sonrası için niye zahmet ediyorsun? Bu geçerli bir argüman mı? Değil. Bir kere, bir toplum enerji ihtiyacı için “ya nasılsa 10 yıl var” diyebilir mi, böyle şey olur mu?
MAD: Peki, ama zaten tartışma biraz da hiçbir şey yapmamak değil de ne yapacağız meselesinde. İtiraz, nükleer enerjinin alabildiğine sübvanse edilip yenilenebilir enerjilerin en azından yeteri kadar desteklenmemesinde. Nasıl yeni nesil nükleer reaktörlerin daha randımanlı, daha güvenli olduğunu söylüyorsunuz, gelişiyor yani, yenilenebilir enerjiler de bir atılım yapabilir. Ayrıca, enerji verimliliğinin, tasarrufun ihmal edildiği de üzerinde durulan başka bir konu.
VA: Nedeni şu ama; bakın, sürdürülebilir kalkınmanın gerektirdiği yaşam tarzına hiçbir demokratik rejim halkını ikna edemiyor. O açıdan  umut ışığı ne biliyor musunuz? Yaşayacağımız felaketlerin sayısının ve boyutlarının artması.
MAD: Güzel bir teori!
VA: Gerçekten, başka türlü öğrenemeyeceğiz gibi.
MAD: Hocam, yeteri kadar felaket gördük bence ... gerçi bu gidişle fazlasını göreceğiz zaten.
VA: Ama o anlayışın arkasında yatan gerekçeler de var. Petrolün fiyatını arttırmak insanların hareket özgürlüğüne, daha doğrusu hareketliliğine direnci arttırmak oluyor. Bu, toplumsal yapıda damarların sertleşmesi gibi bir şey. Kan dolaşımı rahat olamıyor.
MAD: Spor yapacaksınız işte Hocam.
VA: Doğru haklısınız da, ama analojiye limon sıktınız, sağolun.
MAD: 2009’da Stanford Üniversitesi’nde bir çalışma yapılmış; bu enerji sistemleri küresel ısınma etkisine, kirlenmeye, su arzına, toprak kullanımına, yaban hayatına etkilerine görev sıralanmış. Bütün bu bakımlardan en iyi seçenek rüzgar, güneş, jeotermal, dalga ve hidroelektrik enerji.
VA: Ben buna katılıyorum, buraya kadar hiçbir itirazım yok. Ama hangi maliyetle? Hangi teknolojiyle? “Enerji ihtiyacımızı tümüyle nükleerle karşılayacağız, başka şey istemiyoruz” demiyor kimse. “Nükleer varken yenilenebilir enerji kaynaklarına ihtiyaç yok”  diyen de yok. Yenilenebilir enerji kaynaklarından güneş kesintili, rüzgâr ve hidro değişken. Ülke, enerji ihtiyacını yenilenebilir enerji kaynaklarından sağlayabilse, bu riski niye alsın ki? Hangi lobi, yenilenebilir enerji kaynaklarıyla yeterli enerjiyi sağlayabileceğini düşünen hükümeti böyle bir zor karara nasıl ikna edebilir? Diyelim birileri buna karşı. Bakın, şu cep telefonu 20 yıl önce yoktu, şimdi herkeste var. Sabit hat şirketleri bu ürünü çelmelemek için elinden geleni yapmıştır, buna rağmen kanser gibi yayıldı, benim cebime bile girdi. Gürbüz teknolojiler öyledir, hızlı yayılır. Madem yenilenebilir kaynaklar o kadar matah; ucuz, temiz, yetkin, yeterli; biz neden hala etrafımızda bir fotovoltaik güneş paneli veya rüzgar değirmeni görmüyoruz? Bir hikmeti olsa gerek. Henüz hazır değiller, kitlesel ölçekte. Nükleer ve doğal gaz, o zamana kadarki ‘geçiş dönemi’ yakıtları.
MAD: Buna itirazınız olmayabilir, şöyle bir şey var. Rüzgar, su, dalga, güneş dünya enerjisinin tamamını, yüzde 100’ünü karşılayabilir.
VA: Güneş misliyle karşılayabilir. Ama hangi maliyetle? Onun önemi yoksa mesele yok tabii. Şimdi şöyle söyleyeyim bu aşamada müsadenizle. Şunu diyen hiç kimse yok: Enerji ihtiyacımızı biz tümüyle nükleerle karşılayacağız, illa nükleer, yaşasın nükleer, başka hiçbir şey istemiyoruz.
MAD: Mümkün değil zaten.
VA: Sanki öyle bir resim doğuyor zaman zaman. İkincisi, nükleer varken yenilenebilir enerji kaynaklarına ihtiyaç yok, onları boş verin... Bunu diyen de yok. Yenilenebilir enerji kaynaklarından güneş kesintili, rüzgar ve hidro değişken. Avrupa’da yenilenebilir enerji kaynaklarına yönelirken sık sorulan bir soru, da daha doğrusu korku kaynağı da şuydu: ya herkes rüzgara yönelirse ne yapacağız? Çünkü rüzgarı üreten, bazen de şebekeden çekmek zorunda kalıyor; kaynak değişken olduğu için. Şebeke yönetilemez hale geliyor. Tamam mı? Hem de ne zaman çekeceği belirsiz olduğu için önceden planlama da yapamıyorsunuz. Halbuki, son lafı önce mi söylesem... Hiçbir ülke, enerji ihtiyacını yenilenebilir enerji kaynaklarından sağlayabilir durumdaysa, bu maceralara niye atlasın, bu riskleri niye göze alsın? Hangi lobi, hükümetleri eğer yenilenebilir enerji kaynaklarıyla yeterli enerjiyi sağlayabileceğini düşünse, ikna edebilir, böyle şakaya gelmez bir teknolojiye, bu risklere nasıl ikna edebilir?
MAD: Zaten bu bilimciler de bugün ha deyince bütün enerjiyi, dünyanın enerjisini üreteceğiz demiyorlar. Ama o “şakaya gelmez” teknolojiden bir an önce ve radikal biçimde kurtulmaya çalışmak iyi değil mi?
VA: Sen yarının enerji ihtiyacını karşılamak için burada nükleere bu kadar pay ayırmışsın, bak haftaya ümitler var, buna biraz daha fazla ayır. Bunu diyenler haklı olabilir, ama o tartımı nihayetinde karar mercileri yapıyor. Dünya manzarasına bakınca da işte Almanya bunun öncüsü, Yeşiller koalisyonu sırasında, bir itme verdi. Almanya makul bir güçle yenilenebilir enerji kaynaklarının payını artırmak için uzun vadeli, 8-10 yıl süren bir çaba harcadı değil mi, Sosyal Demokratlarla. Neye geldi? 24 bin megavat rüzgar gücü var Almanya’nın. Ama bu 24 bin megavat 100 bin megavatlık kömür, nükleer ve hidroya dayalı. Sırtını oraya dayamış.
MAD: Tamam şimdi dayıyor diyelim, ileride daha az dayayacak.
VA: Almanya bunu umulur ki becerir, becerebilecek yegane ülkelerdendir, hatta Amerika’dan bile şansı bu açıdan yüksek. Çünkü bilim ve teknolojinin yanında felsefi derinliği de olan bir toplum. Amerika’da bilim ve teknoloji derinliği var ama, felsefe derinliği kitlelerde sığ. Fakat biz Almanya değiliz henüz, onu bilelim. Yarınki ihtiyaçlarımızı bugünün verileriyle hesaplamak durumundayız. Bu, gelecek haftanın ümitleri; yarının ihtiyacını bu ümitler üzerine inşa edemezsiniz.
Ama mesela atıkların nihai depolanmasıyla ilgili çeşitli alternatif tasarımlar var. Fakat bunların hiçbiri, herkes için tatminkar tasarımlar değil, sorun orada. Ama nasıl az önce dediğiniz gibi bundan işte 30-40 yıl sonra hiç bu riskleri sunmayacak bir enerji üretim süreci devreye girebilecekse, bundan 30-40 yıl sonra bu tasarımlardan biri de, herkesin ‘Bu güvenlirdir’ diyebileceği düzeye gelebilir.
MAD: Hiçbirimizin dilden düşürmediğimiz bir şey var: Bilimsel gelişme o kadar hızlandı ki, sıçrıyor artık, neredeyse her ay devrim niteliğinde bir ilerleme yaşanıyor. Peki,  yenilenebilir enerji konusunda böyle sıçrama ihtimali neden azımsanıyor, hatta yok sayılıyor? Sadece nükleer enerjiye has bir şey mi bilimsel-teknolojik ilerleme? Onu iyileştirecek, ama öbürlerine faydası dokunamaz... Scientific American’da yayınlanan bir yazı, 20 yılda dünyanın bütün enerjisinin güneş ve rüzgardan karşılanabileceğini, gerekli teknoloji için büyük bilimsel devrimler değil, birkaç yıl içinde katedilecek aşamaların yeterli olabileceğini söylüyor. Ciddiye alıp teşvik etmeye değmez mi?
VA: Fukuşima, sizin teşvik şikâyetinizi nispeten yumuşatacak. Nükleerin maliyeti artacak. Yenilenebilire ilgi çoğalacak. Bu kazadan sonra güneşe, rüzgâra yatırım yapmaya karar vermiş bir sürü şirket vardır. Ekonomi buna kayacak, yeni nükleer santrallar azalacak. Eskileri daha fazla çalışacak; yenilenebilir kaynaklar yayılana kadar, yayılabilsin diye, onları omuzlayacak, sonra kaybolacak, Fukushima’daki ‘kamikaze’ler gibi. İnsanın teknoloji macerası ironilerle dolu. Piyasa böyle çalışıyor...


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder